Martin Heidegger’i (26 Eylül 1889 - 26 Mayıs 1976), zamanın en garip ve anlaşılmaz(!) filozoflarından birisi olarak gördüm hep ve nitekim yıllarca böyle görülüp tartışılmıştır.
Heidegger, Varoluşçu felsefenin önde gelenlerindendir. Bize: “Yaşamın ortasına fırlatılmışızdır ve onun gelgitleri, akıntıları ve çalkantılarıyla sürükleniriz. Daha doğduğumuz andan, yani dışarı atılıp, biz çığlıklar ve tekmeler atarken, bir doktorun ya da ebenin bizi aldığı ve bizim kontrol edemediğimiz bir ortamda, bize sorulmamış bir zamanda, bizi seçmediğimiz bir anneye teslim ettiği andan itibaren, kendi irademiz dışında, geleceğe doğru fırlatılırız (Geworfenheit)” der. Oysa bu fırlatılmışlığı bir isyan senaryosundan farklı olarak da okuyabiliriz. Nasıl mı? Tabi ki Sıla-i Rahim’in romantik tanımıyla…
Sıla; “ulaşmak”, “kavuşmak” manasına gelen “vusul” kökünden mastardır.
Rahim; kelime olarak rahmetten gelir. Rahmet “acımak”, “şefkat duymak ” manalarını taşır. Akrabalık, hısımlık, yakınlık, kuvvet, karabet gibi farklı kelimelerle dile getirilen beşeri yakınlığı ifade eder. (Fîrûzâbâdî, İbnü'l-Esir)
Ben bu “Fırlatılmuşlık” kavramını farklı yorumlamakta fayda görüyorum. Heidegger’in anne rahmini kastedip oradan çıkışı bir fırlatılmışlık olarak yorumlamasına karşı, ben o gelinen yere (anne karnına) duyulan özlem olarak yorumluyorum Sıla-i Rahim’i. Atlımışlığın ve sonrasında yaşanılmışlığın döngüsel bir zaman içinde devir halinde olduğu düşüncesiyle düşünüldüğünde iki kavramın bir birini tamamladığını görüyoruz.
Evet, dilimizde akraba eş dost ziyaretleri olarak bilinen Sıla-i Rahim. Aslında çağının isyankâr filozofuna bir romantiklik katabilirdi. Ki nitekim katmıştır da. Kendisi bundan ne kadar haberdar bilinmez ama Heidegger okumalarında kendisinin bu romantikliği kullandığını görüyoruz.
Bir döngüdür bu hayat. Fırlatılırız, dolaşırız, dururuz, gezeriz… Fırlatılmadan önceki durumumuz ile ilk fırlatıldığımız an ki duruşumuz ve sonrasındaki yaşantının sonunda gene ilk geldiğimiz yerdeki duruşumuzla gömülürüz. “Dizler az karına doğru çekik, eller önde ve ilk yırtıp çıktığımız rahimi sembolleyen beyaz beze sarılırız. Sonrasında anne karnını sembolleyen çukura gömülürüz.”
Fırlatıldığımız bu dünyada olduğumu düşündükçe oyun yazarı Alexis gibi düşünmeden edemiyorum. “Endişe içindeydim ve platon gibi volta atıp duruyordum fakat bu bacaklarımı yormaktan başka işe yaramadı.” Ama sıla-i rahim’in romantlikliğini düşününce Sophakles’in Kral Oidipus tregedyasında, Sfenks’in krala sorduğu bilmecede dile getirilmeyen gizemler gibi hissederim. Bilmece demişken:
“Sabahları dört ayağı, öğlen iki ayağı ve akşamları üçayağıyla yürüyen ama sesi olan şey nedir?”
Siz bunu düşüne durun ben bir Sıla-i Rahim yapıp geleyim.